- 10 Eylul 2025 - KIRILAN ZAMANIN ADI: FİLİSTİN
- 30 Agustos 2025 - Dicle’nin Sessiz Çığlığı
- 04 Nisan 2025 - Çarklar Dönüyor Ama Nereye?
- 10 Mart 2025 - FAİZ İNDİRİMİ SONRASI KONUT PİYASASI: RAKAMLAR NE SÖYLÜYOR?
- 12 Aralik 2023 - Batman'da Kiralık Daire Fiyatlarında Düşüş Bekleniyor
- 31 Ekim 2023 - Felsefe ve Doğru Yaşam: Düşünce ve Eylemin Derin Etkileşimi
- 07 Eylul 2023 - İKİNCİ ELDE YETKİ BELGESİ DÖNEMİ
- 07 Agustos 2023 - Çare(SİZ)siniz!?
- 17 Temmuz 2023 - BİLDİĞİMDİR ACITAN
- 13 Haziran 2023 - EKONOMİDE YENİ DÖNEM VE MEHMET ŞİMŞEK!
- 09 Mayis 2023 - SEÇİME GİDERKEN SON KULVARDA
- 01 Mayis 2023 - KENTSEL DÖNÜŞÜME DOĞRU YAKLAŞIM NASIL MI OLMALI?
- 24 Nisan 2023 - KONUT SEKTÖRÜ SORUNLARI

SEYHAN SİNCAR
ÇARESİZLİĞİN DİLİ: KONKORDATO
Her kelimenin kendi ağırlığı vardır. “Konkordato” kelimesi de öyle…
Gazete sütunlarında rastladığımızda sıradan bir ticari karar gibi görünse de aslında işçinin evine götürdüğü ekmeğe, esnafın tahsil edemediği alacağına, tedarikçinin sabah açtığı dükkânına dokunan ağır bir yankıdır. Hukuk kitaplarında steril bir kavramdır: borçların ertelenmesi, yeniden yapılandırma. Ama toplumun hafızasında bu kelime, çaresizliğin yankısıdır. Çünkü bir şirket konkordato ilan ettiğinde, o masanın etrafında sadece finans müdürleri ve avukatlar değil, görünmez bir biçimde binlerce çalışanın geleceği de oturur. Çalışan için bu kelime maaşının ödenip ödenmeyeceği demektir; küçük esnaf için rafında çürüyen ürün; bir aile için ertelenen hayaller demektir.
Türkiye’de son yıllarda bu kelimeyi giderek daha sık duyuyoruz. 2018’deki döviz şokunun ardından başlayan konkordato dalgası, 2023 ve 2024’te yeniden hız kazandı. TOBB verilerine göre yalnızca 2023’te on binlerce şirket kepenk indirdi; yüzlercesi konkordato talep etti. İnşaattan tekstile, gıdadan otomotive kadar geniş bir yelpazede firmalar mahkeme korumasına sığınmak zorunda kaldı. Bu tablo, sadece ekonomik bir terim değil, toplumsal bir kırılma anıdır.
KAPİTALİZMİN İNCE ÇATLAĞI
Konkordato gerçeği, Türkiye’nin ötesinde, kapitalizmin kendi içindeki çatlağı da görünür kılıyor. Küresel ekonomi son yıllarda sert rüzgârlar estirdi: pandemiyle kırılan tedarik zincirleri, Ukrayna savaşıyla fırlayan enerji maliyetleri, merkez bankalarının faiz artışlarıyla daralan likidite. Bunların hepsi bizim kırılgan yapımıza çarptı. Ama asıl sorun, içerideki yapısal eksikliklerdir.
Türkiye ekonomisi uzun süredir ithalata bağımlı bir üretim modeline yaslanıyor. Sanayide kullanılan ara malların yüzde 70’inden fazlası dışarıdan geliyor. Dövizdeki her oynaklık üretimin maliyetine, oradan da tüketicinin cebine yansıyor. Enflasyonun 2022’de yüzde 85’e kadar çıkması, halkı borca itti; kredi kartı harcamaları patladı. Faizler düşürülerek ekonomiye “nefes” verilmeye çalışıldı ama bu, susuz toprağa püskürtülen serinletici bir su damlasından öteye geçemedi.
Tarih bize hep aynı tabloyu hatırlatıyor: 1994’teki faiz krizi, 2001’deki bankacılık çöküşü, 2018’deki döviz sarsıntısı… Her defasında ortak payda aynıydı: dışa bağımlılık, yanlış para politikaları ve şeffaflıktan uzak yönetim anlayışı. Bugün konkordato ilanlarıyla okuduğumuz haberler, aslında kapitalizmin defalarca tekrarlanan o ince çatlağının yeni bir yansımasıdır. Sistem kâr hırsıyla dev şirketler inşa eder, ama en küçük dalgada o devler kâğıttan kuleler gibi yıkılır. Ve o kuleler devrildiğinde altında yalnızca sermaye sahipleri değil, işçiler, esnaflar, aileler kalır.
Kapitalizmin ince çatlağı, rakamların büyümesinin insanın güvenini garanti etmediğini gösterir. Ekonominin büyüme oranları yükselirken işsizlik, yoksulluk ve güvensizlik de artabiliyor. Çatlak büyüdükçe toplumun damarlarında sızıntı başlıyor; bu sızıntı bir süre sonra büyük bir yarığa dönüşüyor.
ÇIKIŞ ARAYIŞI
Çıkış yolu var mı? Evet, var. Ama pansumanlarla değil, yapısal dönüşümle. Günü kurtaran teşvik paketleri, geçici kredi kolaylıkları ya da istatistik makyajları çaresizliğin üzerini örten ince bir perde. Perdeyi kaldırmak için öncelikle güveni inşa etmek gerekiyor. Güven, sadece yatırımcının değil, işçinin, esnafın, köylünün de hakkıdır.
Türkiye ekonomisinin yeniden ayağa kalkması için üç temel adım şart: üretimde yerlileşme, hukukun üstünlüğü ve şeffaf yönetim. İthalata dayalı modelden çıkıp kendi sanayisini güçlendiren, teknolojiye yatırım yapan bir ülke, döviz sarsıntılarına bu kadar açık olmaz. Bağımsız ve öngörülebilir bir Merkez Bankası, piyasalara güven verir. Kamuda israfın törpülenmesi, liyakat sisteminin hâkim kılınması, toplumun “benim vergim yerinde kullanılıyor” hissini güçlendirir.
Ama mesele yalnızca ekonomi politikaları değildir. Toplumun da çaresizlik karşısında kendi dayanışma ağlarını örmesi gerekir. 2001 krizinde işsiz kalan komşusuna ekmek götüren mahalle kültürü, bugün yeniden canlandırılmalıdır. Çünkü konkordato bir şirketin defterinde yazılı olsa da, onun gölgesi toplumun defterine düşer. O gölgeyi dağıtmanın yolu dayanışma ve ortak akıldan geçer.
Konkordato ilanları belki çaresizliğin dili gibi görünüyor. Ama her dilin içinde yeni bir kelime yaratma ihtimali vardır. Bugünün konkordatoları, yarının ekonomik sözlüğünde bir uyarı levhası olarak kalabilir. Yeter ki biz o levhayı okuyalım, yolumuzu yeniden çizelim. Çaresizlik bulaşıcıdır, evet; ama umut da öyledir. Ve belki de bugün en büyük görevimiz, umudu ertelememek, onu yeniden çoğaltmaktır.
Henüz Yorum yok