- 20 Kasim 2025 - SİSİN ARDINDAKİ TETİK:
- 18 Kasim 2025 - KELİMELERİN KADERİ: ŞÜKÜR MÜ, HAMD Mİ? MUSİBETİN DİLİNİ YANLIŞ OKUMAK
- 02 Kasim 2025 - PARLAYAN CAMIN ARDINDA: ISINAMAYAN HAYATLAR
- 19 Ekim 2025 - Gençliğin Çaresizliği: Gelecek Bekleyemez
- 28 Eylul 2025 - DİJİTAL TUTSAKLIK
- 20 Eylul 2025 - Sessiz Enflasyon: Hayatlarımızdan Çalınan Zaman
- 10 Eylul 2025 - KIRILAN ZAMANIN ADI: FİLİSTİN
- 10 Eylul 2025 - ÇARESİZLİĞİN DİLİ: KONKORDATO
- 30 Agustos 2025 - Dicle’nin Sessiz Çığlığı
- 04 Nisan 2025 - Çarklar Dönüyor Ama Nereye?
- 10 Mart 2025 - FAİZ İNDİRİMİ SONRASI KONUT PİYASASI: RAKAMLAR NE SÖYLÜYOR?
- 12 Aralik 2023 - Batman'da Kiralık Daire Fiyatlarında Düşüş Bekleniyor
- 31 Ekim 2023 - Felsefe ve Doğru Yaşam: Düşünce ve Eylemin Derin Etkileşimi
- 07 Eylul 2023 - İKİNCİ ELDE YETKİ BELGESİ DÖNEMİ
- 07 Agustos 2023 - Çare(SİZ)siniz!?
- 17 Temmuz 2023 - BİLDİĞİMDİR ACITAN
- 13 Haziran 2023 - EKONOMİDE YENİ DÖNEM VE MEHMET ŞİMŞEK!
- 09 Mayis 2023 - SEÇİME GİDERKEN SON KULVARDA
- 01 Mayis 2023 - KENTSEL DÖNÜŞÜME DOĞRU YAKLAŞIM NASIL MI OLMALI?
- 24 Nisan 2023 - KONUT SEKTÖRÜ SORUNLARI
SEYHAN SİNCAR
EĞİTİMİ YENİDEN DÜŞÜNMEK
Türkiye’de eğitimin temel sorunu artık herkesin bildiği ama kimsenin gerçekten yüzleşmek istemediği bir yerde düğümleniyor: Dünya değişirken biz hâlâ müfredat tartışıyoruz. Sınav sistemini, okul türlerini, yıl sayılarını, katsayıları, seçmelileri konuşuyoruz; fakat çocuk dediğimiz canlıyı, zihnini, dünyasını, duygusunu, içinde büyüdüğü çağın ruhunu yeterince konuşmuyoruz.
4+4+4 sistemi tartışılırken de benzer bir yanılgı yaşandı. Yasa metinleri, komisyon tutanakları, televizyon tartışmaları… Herkes “şekil” üzerinde konuştu; “çocuk” ile “hayat” arasındaki mesafeye bakan az oldu. Oysa eğitim, yıl sayısının matematiği değil, kuşaklar arasındaki mesafenin sosyolojisidir.
Bugün yeni bir modele geçiş konuşuluyor. Ortaokul-lise kurgusu, kademeler, yönlendirme sistemi, meslek liseleri, akademik liseler… Hepsini tartışalım, tartışmak zorundayız. Ama önce şunu kabul ederek başlayalım: Sadece yapıyı değiştirerek, içeriği ve zihniyeti aynı bırakarak hiçbir şey çözülmez. Sınıfın tabelasını değiştirip, içine aynı ezberi koyarsanız, sonuç yine aynı olur: Yorgun öğretmen, bıkkın öğrenci, umutsuz veli.
Türkiye’nin uluslararası PISA sonuçları tam da bunu söylüyor. Çocuklarımızın önemli bir kısmı, kendi dilinde okuduğunu anlamakta zorlanıyor. Bu sadece bir sıralama meselesi değil; bu, toplumun düşünme kapasitesinin röntgen filmi. Okuduğunu anlamayan bir kuşak, kendisine anlatılan her şeyi ezberleyebilir; ama dünyayı değiştiremez. Çünkü anlamadan ezberleyen, sorgulamadan itaat etmeye meyillidir.
Sınavlarda çoktan seçmeli sorulara boğulmuş, sınıfta söz hakkı bulamamış, merakını bastırmayı öğrenmiş çocuklara, yıllar sonra “neden üretmiyorsunuz, neden yenilik yapmıyorsunuz?” diye sormak adil değil. Küçükken “sus” diyerek büyüttüğünüz çocuktan, büyüdüğünde “konuş” diye mucize beklemek, kendi kendini kandırmaktır.
Eğitimin en temel sorusu şudur: Bu sistem, bu çocuklarla, bu çağda, bu ülkenin geleceğini taşımaya uygun mu? Eğer cevabınız içtenlikle “evet” değilse, gerisi makyajdır.
Yeni model tartışılırken üç şeyi unutmamak gerekir.
Birincisi, Türkçe meselesi. Dil, sadece bir iletişim aracı değil; düşünmenin evidir. Okuduğunu anlamayan, metinle ilişki kuramayan, cümleyi sadece test çözerken gören bir öğrencinin, ne matematikte, ne fende, ne sosyal bilimlerde kalıcı başarı üretmesi mümkün değil. Çünkü her disiplin, sonunda kelimeyle, kavramla, cümleyle inşa edilir. Biz ise hâlâ “Türkçe dersi kaç saat olsun?”u tartışıyoruz; “Türkçe ile çocuk arasında nasıl bir bağ kurmalıyız?” sorusunu değil.
İkincisi, öğretmen meselesi. Sistem değişikliğini öğretmene “yeni yönetmelik” olarak götürürseniz, eline sadece yeni bir yük verirsiniz. Oysa yeni bir dönemi başlatmak istiyorsanız, önce öğretmen masasını rahatlatmak, onu kırtasiye işlerinden, anlamsız bürokratik raporlardan, kâğıt üzerinde görünen ama sınıfta karşılığı olmayan formalitelerden kurtarmanız gerekir. Öğretmen nefes alamazken, sınıf nefes alamaz. Sınıfın havasını değiştirmek istiyorsanız önce öğretmenin penceresini açmak zorundasınız.
Üçüncüsü, sosyal adalet meselesi. Eğitim, sadece bireyin geleceği değil, ülkenin sınıfsal yapısıdır. Gelir adaletsizliğinin bu kadar derin olduğu, yoksulluğun kalıcılaştığı bir ülkede, eğitimin tek başına mucize yaratmasını beklemek saflık olur; ama eğitimi adaletsizliğin yeniden üretildiği bir mekanizma hâline getirmek de başka bir haksızlıktır. Özel okullarla devlet okulları arasındaki uçurum, sınav odaklı kurs ekonomisi, mahallenin kaderini çocuğun kaderine dönüştüren adres bazlı eşitsizlikler… Bütün bunları görmeden “yeni sistem” konuşmak, sadece tabelayı değiştirmektir.
Bu noktada PISA sonuçları, tartışmalar, raporlar bize bir şeyi fısıldıyor: Çocuklarımız, bizden daha iyi bir ülke istiyor; ama biz onlara sadece daha karmaşık bir sınav takvimi veriyoruz.
Oysa asıl soru şudur: Bu topraklarda doğan bir çocuk, hangi aileden gelirse gelsin, hangi şehirde yaşarsa yaşasın, nitelikli bir eğitim alma hakkına gerçekten sahip mi? Yoksa hâlâ kader, doğduğu evin posta kodunda mı yazılı?
Milli Eğitim Bakanlığı’nın yeni modeli tartışmaya açarken cesur olması gerekiyor. Cesaret, sadece mevcut sistemi değiştirmek değil; aynı zamanda hatayı kabul edebilmektir. 4+4+4’ü savunmuş olmak, onu sonsuza kadar sürdürmeyi gerektirmez. Bir modelin siyasi prestiji, ondan daha değerli değildir. Hata yapılmıştır, ders çıkarılır, yol değiştirilir. Devlet dediğimiz yapı da bir tür öğrenen organizma olmak zorundadır. Öğrenmeyen devlet, çocuklarından öğrenme bekleyemez.
Bu yüzden yeni sisteme dair en önemli kriter şudur: Çocuğu merkeze alıyor mu, almıyor mu? Eğer yeni model, yine sınav merkezli, yine test odaklı, yine ölçmeyi öğrenmenin önüne koyan bir anlayışla kurgulanacaksa, adı ne olursa olsun sonuç değişmez. Çünkü sorun, formülde değil, felsefede.
Çocuklarımızı birer “soru çözücü makine” olarak kurgulayan eğitim, ülkenin geleceğini de “orta düzeyde, idare eder, fazla sormaz” bir vasatlığa hapseder. Oysa bu çağ, soru sormayı bilen, eleştirel düşünen, metinle bağ kurabilen, dünyayı okuyabilen kuşaklar istiyor. Dünyanın gittiği yer belli: bilginin hızla üretildiği, teknolojinin hayatın her alanını dönüştürdüğü, yapay zekânın rutin işleri üstlendiği bir dönem. Böyle bir çağda, çocuklara hâlâ 20. yüzyılın ezber kalıplarıyla yaklaşmak, onları daha en baştan geride başlatmak demektir.
Eğitim tartışmalarında sık sık şöyle cümleler kurulur: “Gençler bizim geleceğimiz.” Oysa hakikat şudur: Gençler bizim geleceğimiz değil, bugünden ihmal ettiğimiz gerçeğimizdir. Onların bugün aldığı eğitim, yarın bu ülkenin demokrasi kalitesini, ekonomik seviyesini, kültürel zenginliğini, hatta birlikte yaşama kapasitesini belirleyecek.
Belki de en başa dönüp şu basit soruyu sormalıyız: Bir ülkenin eğitim sistemi, çocuklarının zekâsına mı güveniyor, yoksa itaatine mi? Eğer cevabımız içten içe “itaat”e yakınsa, müfredat kaç kere değişirse değişsin, PISA sıralamamız kaç basamak oynarsa oynasın, sonuç aynıdır: Düşünen değil, uyum sağlayan kuşaklar.
Ve şu gerçeği unutmadan:
Hiçbir eğitim reformu, çocukların gözlerindeki ışığı geri getiremiyorsa, başarılı değildir. Çünkü asıl başarı, sınav sonuçlarında değil, sınıfta kurulan bakışlarda saklıdır.
Belki de bu yüzden, yeni modele dair tartışmayı şöyle bir cümleyle özetlemek gerekir:
Sistemi değiştirmek istiyorsak, önce şunu kabul etmeliyiz: Sadece sınıfı değil, zihniyetimizi de değiştirmeden, hiçbir çocuğun geleceğini gerçekten değiştiremeyiz.




Henüz Yorum yok