- 20 Eylul 2025 - Sessiz Enflasyon: Hayatlarımızdan Çalınan Zaman
- 10 Eylul 2025 - KIRILAN ZAMANIN ADI: FİLİSTİN
- 10 Eylul 2025 - ÇARESİZLİĞİN DİLİ: KONKORDATO
- 30 Agustos 2025 - Dicle’nin Sessiz Çığlığı
- 04 Nisan 2025 - Çarklar Dönüyor Ama Nereye?
- 10 Mart 2025 - FAİZ İNDİRİMİ SONRASI KONUT PİYASASI: RAKAMLAR NE SÖYLÜYOR?
- 12 Aralik 2023 - Batman'da Kiralık Daire Fiyatlarında Düşüş Bekleniyor
- 31 Ekim 2023 - Felsefe ve Doğru Yaşam: Düşünce ve Eylemin Derin Etkileşimi
- 07 Eylul 2023 - İKİNCİ ELDE YETKİ BELGESİ DÖNEMİ
- 07 Agustos 2023 - Çare(SİZ)siniz!?
- 17 Temmuz 2023 - BİLDİĞİMDİR ACITAN
- 13 Haziran 2023 - EKONOMİDE YENİ DÖNEM VE MEHMET ŞİMŞEK!
- 09 Mayis 2023 - SEÇİME GİDERKEN SON KULVARDA
- 01 Mayis 2023 - KENTSEL DÖNÜŞÜME DOĞRU YAKLAŞIM NASIL MI OLMALI?
- 24 Nisan 2023 - KONUT SEKTÖRÜ SORUNLARI

SEYHAN SİNCAR
DİJİTAL TUTSAKLIK
Kapitalizm, her çağda kendine yeni bir alan buldu. Bir zamanlar toprağı işledi, sonra fabrikalarda kas gücünü sömürdü, ardından beyaz yakalıların masa başındaki emeğine göz dikti.
Bugün ise bambaşka bir yere geldi: artık kaslarımızı değil, beynimizi; emeğimizi değil, dikkatimizi sömürüyor. Kapitalizmin en büyük maden ocağı insan zihnidir artık. Eskiden işçiler vardiyalara sıkıştırılır, zamanın paraya dönüşmesi için çarklar çevrilirdi. Bugünse telefon ekranlarımız, sonsuz bir bant sistemi gibi çalışıyor. Baş parmağımızın her kaydırışı, bir şirketin bilançosuna yeni bir değer yazıyor. Biz ekranı kaydırdıkça sermaye büyüyor, dikkatimiz küçülüyor. “Ücretsiz” denilen sosyal medya uygulamaları aslında bizden ücret almıyor çünkü bizatihi kendimiz ürünüz. Algoritmalar, zihnimizin içindeki en kırılgan duyguları, arzuları ve korkuları kazıp çıkarıyor. Marx “artı-değer”i işçinin emeğinden çalınan pay olarak tanımlamıştı.
Bugün yeni bir artı-değer türü var: artı-dikkat. Ekranda geçirilen her fazladan saniye, kapitalizmin kasasına yazılıyor. Fabrikada fazla mesai vardı, şimdi sonsuz “scroll” var. İşçi artık mesai bitiminde evine dönebiliyordu, biz ise telefonlarımızı cebimize koyduğumuzda bile kurtulamıyoruz. Uykumuzun ortasında bile bildirim sesine uyanıp yeni bir sömürü turuna başlıyoruz. Bu sürecin kökleri aslında yeni değil. 20. yüzyılın ortasında televizyon, kitle kültürünün en büyük silahıydı. 1980’lerde reklam ekonomisi, “prime time” adı altında insanların dikkatini belirli saatlere hapsetti. Evlerimizdeki oturma odaları, birer mini stadyum gibi düzenlendi; herkes aynı saatte aynı ekrana bakıyordu. Reklamcıların ünlü sözü vardı: “Ürünleri değil, izleyicilerin dikkatini satarız.” Bugün bu mantık, cep telefonlarımızda 24 saate yayılmış durumda. Artık “prime time” yok, her saniye aynı yoğunlukta bir dikkat savaşı var. 1980’lerde çocukların önüne konan çizgi filmler, bugün TikTok videolarına, Instagram reels’lerine dönüştü. Televizyon tek yönlüydü, biz izlerdik; bugün sosyal medya çift yönlü: hem izliyoruz hem de içerik üretiyoruz.
Ama üretim bile aslında sömürüye hizmet ediyor. Biz videolar çekerken, paylaşımlar yaparken yalnızca birbirimize değil, algoritmalara çalışıyoruz. Rakamlar bu tabloyu çıplak biçimde gösteriyor: TikTok’ta kullanıcı başına günlük geçirilen süre ortalama 95 dakika. Instagram’da ayda yaklaşık 30 saat harcanıyor. YouTube, dünya genelinde internet trafiğinin %35’ini tek başına kaplıyor. Bir insanın günde 2–3 saatini yalnızca bu platformlarda harcaması, aslında yaşamının en üretken yıllarının hatırı sayılır bir bölümünü dikkat madenine bağışlaması demek. Ve bu dikkat sömürüsü yalnızca reklam gelirleriyle sınırlı değil. Arkada dev bir gölge var: büyük veri. Her beğeni, her kaydırma, her duraksama, bizim hakkımızda satılabilir bilgiye dönüşüyor. Fakat gözden kaçan nokta şu: büyük veri yalnızca bireyleri hedeflemiyor, toplumların davranışlarını da yeniden şekillendiriyor. Seçim kampanyaları, kamuoyu manipülasyonları, tüketim trendleri… Bütün bunlar, toplumsal ölçekte inşa edilen dev laboratuvarların ürünü. Cambridge Analytica skandalı bunun yalnızca görünen kısmıydı. Biz hâlâ sosyal medyada kişisel verilerimizin çalınmasından korkarken, aslında çok daha büyük bir şey oluyor: toplumların geleceği çalınıyor. Büyük veri, yalnızca “bize ne satılacak?” sorusunun cevabını bulmak için kullanılmıyor; aynı zamanda “biz neye inanacağız, kime güveneceğiz, hangi lideri seçeceğiz?” sorularını da şekillendiriyor. Bu, kapitalizmin klasik piyasa oyunlarını aşan bir güç: zihinlerin yeniden programlanması. Bütün bunlar masum bir eğlence gibi sunuluyor. “Arkadaşlarla bağ kur”, “dünyayı keşfet”, “kendini ifade et”…
Oysa hakikat şu: kendini ifade ederken kendini ifşa ediyorsun. Zihninin haritası çıkarılıyor, arzuların, korkuların, eğilimlerin satılabilir veri paketlerine dönüştürülüyor. Artık kömür madenlerinden değil, bizim parmak izimizden, göz hareketlerimizden enerji üretiliyor. Ve bu yeni tutsaklığın en acı tarafı: gönüllü oluşumuz. Zincirlerimiz görünmez, parıltılı ikonlarla süslenmiş. Ekranlarımız parlıyor, biz de özgür olduğumuzu sanıyoruz.
Oysa görünmez bir fabrikada, 7/24 çalıştırılıyoruz. Kapitalizm bizi artık terletmiyor, ama sürekli uyanık tutuyor. Bu tabloya karşı en büyük tehlike, toplumsal farkındalığın zayıflığıdır. Eskiden işçiler örgütlenir, sendikalar kurar, grevlere çıkardı. Şimdi ise herkes kendi küçük ekranında yalnız. Topluca çalıştırılıyoruz, ama bireysel tüketiciler gibi hissettiriliyoruz. İşte bu yüzden algoritmalar yalnızca bireyi değil, toplumsal dayanışmayı da parçalıyor. Nasıl ki işçi sınıfı 19. yüzyılda kapitalizmin kömür karanlığından haklarını söküp aldıysa, bugün de dikkat ekonomisinin zincirlerini kırmak mümkün. Bunun yolu, bilinçten geçiyor.
“Ben izleyiciyim” yanılgısını bırakıp “ben ürünüm” gerçeğini görmekten başlıyor. Unutmayalım: Eskiden emeğimizi sömürüyorlardı, şimdi dikkatimizi. Ama dikkat de, tıpkı emek gibi örgütlenebilir. İnsan zihninin bu büyük madenini kapitalizme hediye etmek zorunda değiliz. Çünkü dikkatini geri alan, hayatını geri alır.
Henüz Yorum yok